Hayata Sürgün - Bölüm 1

Temmuz 4, 2025 - 12:25
Temmuz 4, 2025 - 12:59
 9  81
Hayata Sürgün - Bölüm 1

(Bu hikâyede anlatılanlar tamamen hayal ürünüdür. Gerçek kurumlarla ve kişilerle hiçbir alakası yoktur.)

“Geçmiş solumda ve her soluğumda benimledir…”

Usulca çıktı, ıslanmamak için girdiği saçak altından.
Eylül ayının hüznü çökmüştü şehre ve sanki bu hüznün gözyaşlarıydı yağmur.
İnsanlar koşar adım ıslanmamak için evlerine doğru yol alırken, Alkan ise başını gökyüzüne kaldırmış, yağan yağmura aldırmadan öylece duruyordu.
Bugün onun doğum günüydü. Her doğum gününde olduğu gibi kimse hatırlamamıştı ama sanki yağan yağmur ona bugün eşlik ediyordu.
Yıllardan beri, yağmur altında ıslanmanın ruhu temizlediğine inanırdı Alkan.
Bu yüzden, her yağmur yağışında fırsat bulursa çıkar, dolaşırdı.
Yanaklarından süzülen yağmur damlalarına gözyaşları eşlik ederdi kimi zaman.
En çok da bu yönünü severdi yağmurun; kimse ağladığını ya da gözyaşlarını fark etmezdi.
Yine kendini yağmurlar altına bırakmış, başına çektiği montunun şapkasından koynuna doğru süzülen damlalarla sırılsıklam olmuştu.
Tam bu sırada telefonu titredi. Elini cebine attı. Arayan Nusret’ti.
Telefonu açtı, bir süre dinledikten sonra:

— Peki, her zamanki yerde o halde, deyip kapattı.

Sonrasında adımlarını hızlandırarak, yağan yağmura aldırmadan birkaç sokak ötedeki park ettiği arabasına doğru yöneldi.
Direksiyonun başına geçtiğinde montunun şapkasını çıkarıp söylendi:

— Ah be Alkan, amma ıslanmışsın be oğlum!

Arada kendi kendine böyle serzenişlerde bulunur, kendini azarlar dururdu.
Çocukluğundan kalma bir alışkanlıktı bu. Başına olumsuz bir şey gelirse en çok kendisini eleştirirdi.

Fakir bir ailenin ilk çocuğuydu Alkan.
Babası Emin Bey, eşi Sevil Hanım’ın iki hamileliğinin de düşükle sonuçlanmasının ardından, Alkan’ın doğumuna çok sevinmişti.
Yine de sıkıntılı bir doğum olmuştu. Sevil Hanım, Alkan’ı doğar doğmaz küveze aldırmak zorunda kalmış, o da bir ay boyunca orada kalmıştı.
Oğullarının doğumuna sevinen anne ve baba, bu durum karşısında üzülse de ellerinden dua etmekten ve beklemekten başka bir şey gelmiyordu.
Çok uzun geçen bir ayın sonunda, Alkan’ın tedavisi sona ermiş ve ailesine teslim edilmişti.
Yavrularını ilk kez kucağına alan Emin Bey ve Sevil Hanım’ın mutluluğu gözlerinden okunuyordu.
Durumları çok da iyi sayılmazdı. İki göz odalı ve mutfağı bile olmayan bir evde hayatlarını sürdürüyorlardı.
Emin Bey bazen kahvehanelerde garsonluk yapıyor, bazen de geceleri yük kamyonlarının bulunduğu garajda araç yıkayarak geçimini sağlıyordu.
Alkan’ın doğumu biraz daha fazla yük bindirmişti omuzlarına ama yine de hiç şikâyet etmemişti.
Alkan’ın bünyesi çok zayıftı; ufacık bir şeyde hastalık kapar, nefes alması bile zorlaşırdı.
Kaç defa evlatlarının öldüğünü düşünüp kahrolmuşlardı.
Bazen bir ilaç ve mama parası bulabilmek için Emin Bey iki, hatta üç işte birden çalışırdı.

Tüm bu yokluklar ve hastalıklar içerisinde büyürken, Alkan üç yaşına geldiğinde Sevil Hanım tekrar hamile kalmıştı.
Bu kez ikiz kız çocukları olacağını müjdelemişti doktorlar.
Sevil Hanım ne kadar çok sevindiyse de, eşinin sırtına daha fazla yük bineceğini düşünerek üzülmüştü.
Emin Bey ise Allah’a şükretmiş ve doğacak evlatlarının sağlıklı ve hayırlı olmalarını dilemişti.
Allah bu duaları karşılıksız bırakmamış ve ikiz kız çocukları sağlıklı bir şekilde dünyaya gelmişti.
İsimlerini Selda ve Sevda koydular.

Sevil Hanım, her ne kadar evlatları arasında ayrım yapmasa da, ilk çocuk ve tek erkek çocuk olduğu için Alkan’ın üzerine biraz fazla titrerdi.
Yokluk ve sefalet içinde üç çocuğa bakmak ne kadar zor olursa olsun, hiç şikâyet etmediler.
Ve Alkan, acı dolu bir hayata, bu çaresizliğin ortasında dünyaya gelmenin izleriyle büyüdü hep.

Aracıyla tam şehir merkezinden çıkan kavşağa geldiğinde, telefonu tekrar çaldı Alkan’ın.
Araç kullanırken telefona bakmak huyu değildi, bu yüzden çağrıyı reddetti.
Nusret, ondan önce buluşacakları yere geldiği için tekrar aramıştı ama Alkan çağrıyı reddedince tekrar aramadı.
Bu, “yoldayım” demekti ve Nusret bunu iyi biliyordu.
Henüz beş yıldır tanışmalarına rağmen, öz kardeşten daha yakındılar birbirlerine.

Alkan, buluşacakları tepenin rampasını çıkarken Nusret’in arabasını ileride fark etti ve hemen yanına park edip aşağıya indi.
Yağmur dinmişti ve güneş bulutların arasından bir görünüp bir kayboluyordu.
Vakit, ikindiye yaklaşmıştı.
Nusret, elindeki telefonu cebine sokup:

— Abi, yüzünü gören cennetlik! Aramasak arayacağın yok,
deyip sarıldı Alkan’a.

Alkan da Nusret’e bakıp:

— Biliyorsun be oğlum, işler bitmiyor ki.

— Takılıyorum abi, bakma sen bana. Gönüller bir olsun da gerisi önemli değil.

— Aynen kardeşim. Ee, anlat bakalım, mesele nedir?

Biraz önceki gülümsemesi yüzünden silinen Nusret’in bu kez yüzü sıkıntılı bir hâl almıştı.
Alkan’ın gözlerine bakıp:

— Bu saha görevinden alınıp şehirde masa başına verilmek beni bunalttı abi. Babayla tekrar bir konuşsan, beni eski görevime aldırsa?

Alkan gülümsedi:

— Ne o Nusret? Sıcak kahve, her tarafı parfüm kokan bir rezidansta çalışmak zor mu geldi?

— Bildiğin gibi değil abi. Meğer dağda ayazda silah tutmaktan daha zormuş ofiste kalem tutmak.

— Tamam, babayla konuşurum. Bir hâl çaresine bakarız. Hem biz de özledik seni.

— Eyvallah abi, ben de özledim sizleri.

Alkan ve Nusret, devlete bağlı bir birlikte çalışıyorlardı.
En profesyonel eğitimlerden geçerek bugünlere gelmiş ve Türkiye’nin iç ve dış düşmanlarına karşı etkili bir gizli istihbarat örgütü haline gelen bir teşkilatın içinde yer edinmişlerdi.
“Baba” dedikleri kişi, bu istihbaratın komuta kademesinde bulunan en üst rütbeli kişiydi.
İsmi Haksun olan eski bir emekli albaydı.
Askerî alandaki başarıları, 90’lı yıllarda terör örgütlerine karşı yaptığı başarılı operasyonlarla adından sıkça söz ettirmişti.
Taktiksel ve savaş zekâsı gözlerine işlemişti; karşısındaki birçok insan, ona sadece bakarken bile saygı duyar ve çekinirdi.
Alkan, henüz on altı yaşındayken tanımıştı Haksun Albay’ı.
Daha sonra onun teşviki ve yardımıyla eğitim kamplarına katılmış; on üç yaşındayken kaybettiği annesinden sonra amaçsız yaşayan hayatına bir anlam katmıştı.

Bir süre havadan sudan muhabbet ettikten sonra, tekrar birbirlerine sarılıp yeniden görüşme dilekleriyle ayrıldılar.
Aracına bindiğinde Alkan, yanına almadığı telefonunun sinyal verdiğini gördü.
Telefonunda üç cevapsız çağrı ve bir de mesaj vardı.
Arayan, Alkan’ın birlik arkadaşlarından Cemal’di.
Mesajı açtığında:

“Teslimat tamam kral. Müsait olduğunda beni ara, görüşmeliyiz.”

yazıyordu.

Tekrar son arayan kişi listesine dönüp Cemal’i aradı.
Birkaç kez çaldıktan sonra telefonu açan Cemal, biraz da serzenişle:

— Şu telefonu sessize alma be kral!

— Kusura bakma kral, Nusret’le buluşmuştuk. Telefon araçtaydı, duymamışım.

— Sağlık olsun kral, gönüller bir. Nusret nasıl peki?

— İyi gördüm ama sıkılmış. Saha görevine dönmek istediğini, babayla görüşüp görüşemeyeceğimi sordu.

Gülerek cevap verdi Cemal:

— Rahat batıyor arkadaş, sıcacık ofiste otursana işte!

— Sen olsan rahat edebilir miydin kral? İstersen seni aldıralım Nusret’in yerine?

— Allah korusun! İki güne kalmaz kafayı yerim. Şakası bile kötü!

Gülümsedi Alkan:

— Bize kapalı duvarlar ters, azizim. Bu arada teslimatta sorun çıktı mı?

— Yok kardeşim, çıkmadı. Lakin bir durum var. Örgüte silah sağlayan elemanlardan birinin Ankara’ya geldiği istihbaratını aldık.

— İsim, eşkâl belli mi? Geldiği bilgisi kesin mi?

— Eşkâl ve isim belli kral. Sana e-posta yoluyla birazdan gelir. Ankara’da olduğu bilgisi kesin.

— Tamam kral, gereğini yaparız. Akşama tekrar haberleşelim.

— Eyvallah kral, haberleşiriz. Selametle.

Telefonu kapattıktan sonra, aracını hareket ettirmeden önce dikiz aynasına bakıp kendi kendine mırıldandı:

“Sürgün olarak geldiğin bu hayatta, gerçekten ‘İyi ki doğdun’ mu dersin Alkan?”

Devam edecek…

Tepkiniz Nedir?

like

dislike

love

funny

angry

sad

wow