Gurbet Çiçekleri 🥀

Ekim 21, 2025 - 12:34
 22  918
Gurbet Çiçekleri 🥀

Ayşe, ortaokul ikinci sınıfa kadar başarılı bir şekilde okudu. Ancak gelirlerinin az olması sebebiyle babası onu okula daha fazla gönderemedi.

İki yıl sonra, komşularının Fransa’da çalışan küçük oğlu Recep Efendi’nin, kızlarıyla evlenme isteğini bir “şans kapısı” olarak gördüler ve teklifi geri çevirmediler. Sade bir düğün yapıldı. Ardından, 1980 yılının Aralık ayında Sirkeci’den kalkan bir trenle Ayşe, gurbet yollarına düştü.

Recep Efendi ile karısı arasında on yaş fark vardı. Ayşe, önceleri çok güçlük çekmesine rağmen, gurbetin acımasızlığıyla ve kocasının anlayışsızlığıyla baş etmeyi öğrendi. Zamanla aklı ve direnciyle bütün zorlukların üstesinden gelebileceğini gösteriyordu.

Evliliklerinin beşinci yılında bir erkek çocukları dünyaya geldi. Ayşe hamile kalana dek kocasının türlü suçlamalarına maruz kaldı.
“Hatta sen kısırsın... Seni boşayacağım!” diye bağırıyor, Ayşe’ye söylemediği söz bırakmıyordu.
Sonraları doktorlar, tedavi gören her iki tarafta da kusurun Ayşe’de değil, Recep’te olduğunu ortaya koydular.

Patronundan gördüğü baskılar ve ağır işlerde çalıştırılması Recep Efendi’nin sinirlerini iyice gerginleştirmişti. Bu baskılar sadece iş yerinde kalmıyor, evin içine kadar yansıyordu. Kocasının stresten uyuyamadığı gecelerde Ayşe de uykusuz kalıyordu.
Yabancı bir ülkede olmak, bu şekilde para kazanmak kolay değildi.

Dışarıdan hoş görünen birçok şey gibi gurbet hayatı da “Alamancılar” süslemesiyle gerçeği yansıtmıyordu.
Ayşe bunları düşünürken, yarınlara taşınacak acı hatıraları da kalbinden çıkaramıyordu.

Bir akşam, dört yaşındaki çocukları küçük Ali koltuğun üzerinde uyuyordu. Havanın soğuk olduğunu düşünen Recep Efendi:
— Hanım, çocuk uyurken mağazaya gidip gelelim, dedi.

Ayşe bir an tereddüt etti, içinden mırıldandı:
“Ya çocuğa bir şey olursa?.. Durup dururken yine kocamı kızdırmayayım. Gurbet hayatı zaten sabrımı tüketti. Herhalde çabuk gider geliriz... Dışarıda da hava çok soğuk.”

Recep Efendi, karısının kendi kendine konuştuğunu fark etti.
— Bir şey mi dedin?
— Yoo... Kendi kendime mırıldandım. Hava çok soğuk, dedim. Hiç olmazsa çocuğumuz üşümez.
— Ben de aynı şeyi düşünmüştüm, dedi kocası.

Evleri Paris’in Argenteuil bölgesindeydi. Çok konforlu sayılmazdı. Gidecekleri Carrefour Mağazası ise arabayla on dakikalık mesafedeydi. Aceleyle evlerinden çıktılar.

Alışveriş yaklaşık iki saat sürdü. Dönüşte yol, bir trafik kazası yüzünden kapanmıştı. Ayşe’nin içinde bir sıkıntı vardı; boğazı düğümleniyor, nefesi kesiliyordu. Kocasını endişelendirmemek için oradan buradan konuşarak zaman kazanmaya çalışıyordu. Ancak ambulans sirenleri ve polis araçlarının sesleri, üzerlerindeki karamsarlığı artırıyordu.

Sonunda yol açıldı. Her ikisi de derin bir nefes aldı ve evlerinin önüne geldiler.
Recep Efendi, arabadan inerken karısına döndü:
— Sen hemen yukarı koş, belki çocuk uyanmıştır.

Ayşe tam içeri girecekken anahtarları almayı unuttuğunu fark etti.
“Hay aksilik, anahtarları unuttum!” diyerek geri döndü ve kocasından anahtarları aldı. Tekrar üçüncü kata çıktı.

Kapıyı açtığında küçük Ali’nin elinde büyük bir bıçak vardı.
Salonda, yeni alınmış deri koltukları bu bıçakla delik deşik etmişti.

Recep Efendi içeri girdiğinde adeta çılgına döndü.
İri elleriyle küçük Ali’yi dövmekle kalmadı; onun ellerini sert bir iple bağlayıp banyo küvetine attı. Dışarıdan kapıyı kilitledi:
— Şimdi parçala bakalım koltukları, gücün yeterse! diye bağırdı.

Ayşe, kocasının kontrolsüz öfkesine karşı titriyordu.
“Koltuğu her zaman alabiliriz ama çocuğuma bir şey olursa... Ben ne yaparım o zaman?” diye içinden ağlıyordu.
Babası tarafından bağrışmalar içinde dövülen küçük Ali’nin, annesine “Beni kurtar!” dercesine bakan gözleri unutulacak gibi değildi.

Ayşe, bu anı ömrü boyunca unutamayacaktı.

Üç saat geçmişti. Kapı zili çaldı. Komşuları Dursun Bey ve Hilal Hanım, küçük oğulları Ferhat’la ziyarete gelmişti.
— Recep Efendi, misafir kabul eder misiniz?

Ayşe içinden “Çocuğum şimdi kurtulacak!” diyerek sevinçle karşıladı.
— Buyurun, buyurun, dedi.

Küçük Ferhat annesine sessizce,
— Anne, ben Ali’yle oynamak istiyorum, dedi.

Hilal Hanım da merakla sordu:
— Sahi, Ali nerede? Bizim çocuk onunla oynamak istiyor.

Ayşe ile Recep önce birbirlerine baktılar. Sonra Ayşe dayanamayıp konuştu:
— Biz çocuğu uyurken evde bırakıp Carrefour’a gitmiştik. O uyanınca bizi bulamamış... Mutfaktan büyük bir bıçak almış, yeni koltukları parçalamış... Kocam her gördüğünde sinirlenmesin diye biraz önce üzerlerine battaniye örttüm.

Hilal Hanım endişeyle sordu:
— Sonra ne oldu?

Ayşe gözyaşları içinde yanıtladı:
— Önce dövdü... sonra... sonra ellerini bağlayıp banyo küvetine attı...

Dursun Bey şaşkınlıkla,
— Ne zaman oldu bu? diye sordu.

Recep Efendi:
— İki, üç saat kadar oldu... dedi.

Hilal Hanım hışımla yerinden fırladı:
— Yani üç saattir çocuk banyoda mı? Sizde hiç insaf yok mu!

Hilal Hanım ve Dursun Bey koşarak banyoya gittiler.
Kapıyı açtıklarında küçük Ali, küvetin içinde baygın hâlde uyuyordu.
Ayşe fırlayıp çocuğunu bağrına bastı. Elleri mosmor olmuştu.
Misafirleri hemen ipleri çözdüler, ancak morluklar geçmiyordu.

Dursun Bey:
— Çocuğu hemen hastaneye götürmemiz lazım. Kangren olabilir! dedi.

Hemen hastaneye gittiler. Ancak bütün çabalara rağmen küçük Ali’nin iki eli de kurtarılamadı...

Hastane çalışanları bile gözyaşlarını tutamadı.
Küçük Ali artık oyuncaklarını iki eliyle tutamayacak, annesinin babasının ellerini kavrayamayacak, çok sevdiği dedesine resim yapamayacaktı...

Ve en önemlisi, bir daha o koltukları parçalayamayacaktı.

Ayşe ve Recep artık eskisi gibi olabilecekler miydi?
Bir baba, bir daha bağlayacak el bulamayacaktı.
Bir anne, bir bardak suyu bile o küçük ellerle tutamayacaktı.

Üç gün sonra, küçük Ali babasına yaklaştı.
Hüzünlü bir sesle,
— Babacığım, bir daha yaramazlık yapmayacağım. Söz veriyorum. Bir daha bıçaklara da dokunmayacağım. Uyuduğumda siz evde olmasanız bile yatağımdan kalkmayacağım. Ne olur babacığım, doktor amcalara söyle, ellerimi geri taksınlar... Ne olur babacığım, bana ellerimi geri versinler! dedi.

Recep Efendi bu sözler karşısında dayanamadı, çocuğuna sarıldı, kokladı.
“Bu son olacak...” diyebildi sadece.

Bir naylon torbaya bir şeyler koydu.
Hanımına baktı. Küçük Ali, babasının arkasındaydı. Göz göze geldiler.
Sonra kapıyı dışarıdan kapatarak arabasına bindi ve evin önünden uzaklaştı.

Ayşe ve küçük Ali, pencerenin ardından onun gidişini izlediler.
Recep Efendi, karısına bir “Allahaısmarladık” bile dememişti.

Gece yarısı olmuştu. Kocasından hâlâ haber gelmeyince Ayşe, emniyete gitti.
Eve döndüğünde, kocasının koltuk üzerine bıraktığı gömleğini kokladı.
“Recep... Her şeye rağmen seni seviyorum. Seni bu hale getirenler utansın...” diye mırıldandı.

Annesinin ağladığını gören küçük Ali sordu:
— Anneciğim, babam bir daha eve dönmeyecek mi? Yoksa benim ellerimi istemek için doktor amcaların yanına mı gitti? Ne olur anneciğim, babama söyle, doktor amcalar ellerimi geri taksınlar. Ben oyuncaklarımla oynayamıyorum...

Ayşe, çocuğunun bu sözleri karşısında gözyaşlarına boğuldu.
Kucağındaki yavrusuyla koltuğun üzerinde uyuyakaldı.

Ertesi sabah iki polis memuru kapılarını çaldı.
Kocasının, bir ağaca bağladığı iple kendini asarak intihar ettiğini söylediler.

Ellerini kaybeden çocuğu için gözyaşı döken Ayşe’nin çilesi henüz bitmemişti.
Gözyaşları kurumadan karşılaştığı bu ikinci acı, onu gurbette yapayalnız bırakmıştı.

Kocasının iş yerindeki baskıların izleri, yüreğinde bir yara gibi kaldı.
Ayşe, bütün acılarına rağmen, küçük Ali’siyle hayatını sürdürmeye mecburdu.

Tepkiniz Nedir?

like

dislike

love

funny

angry

sad

wow

-кυмѕαℓ- Kupa Kızı ❤